çocuk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
çocuk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Mayıs 2013 Pazar

hiçbir şey sadece hiçbir şey değildir




Bu sabah her sabahki gibi evden çıktım...
önce sitenin içindeki gülleri görmedim...
sonra sitenin önündeki koca ağacı...
görmeyi ihmal edeceğim diğer her şey gibi. 
Sadece görmek istediklerimin sığlıklarında geçen bir hayata yürüdüm. 
-Fast food gibi bir şey değil mi? 
-Ye ve geç, bak ve geç, yaşa ve geç... 
oysa hayat aradığımız yerlerin hiç birinde değil. 
görmezden geldiğimiz o koca ağacın gölgesinde...


ağaç orada durur, kesildiği zaman burada bir eksiklik var dersiniz, 
-ne vardı ya burada? 
hatırlamaya çalışırsınız. 
-tabi ya bir ağaç vardı burada, 
-neydi, çam mı? 
-yok değil
-kayın ağacı?
-değil.
-söğüt ağacıydı sanki.
-evet evet bir söğüt ağacıydı...
her gün yanından geçip gittiğimiz derinliğine inip düşünmediğimiz söğüt ağacı. 
yaprakları vardır hani ağaçların, 
dalları uzanır size bir evren çizer... 
sonra meyveliyse meyvesini yersiniz... 

ama bir ağaç, sadece bir ağaç değildir...
derinliği vardır. 
manası vardır. 
kainatta kapladığı hacme karşılık gelen sofistike bir tavrı vardır.
bir kuş için ayrı, çocuk için ayrı anlamı vardır. 
rüzgar için ayrı, yağmur için ayrı anlamı vardır.
bir bahçıvan için neler ifade ettiğini söyleyemem size. 
rüzgar için, kuş için, çocuk için, yağmur için...
ama ruhunuzun derinliklerine indiğinizde o ağacın sizde bir karşılığı vardır...
bir ağaç, asla sadece bir ağaç değildir... 
bir kuş sadece bir kuş değildir.
bir çiçek sadece bir çiçek değildir.
bir insan sadece bir insan değildir...

hiç bir şey sadece hiç bir şey olmadığı gibi 
her şey de sadece her şey değildir...

6 Mart 2013 Çarşamba

otobüste uyuyan çocuk


Bir otobüs hayal edin; 
adım atmanın bir domino taşını oynatmak kadar riskli olduğu, 
ön kapıdan en arka kapıya kadar insanların yekvücut halinde istiflendiği, 
basit, sıradan, eski model bir otobüs. Belediye otobüsü mesela... 

Vakit gece olsun, 
dışarısını ara ara sokak lambaları aydınlatsın, 
içerisini ise cılız mavi lambaların loşluğu sarsın. 

Ama siz bütün bunları bir kenara bırakın, 
o otobüste annesinin kucağında uyuyan dört yaşındaki uzun saçlı, yakışıklı, göz rengini göremediğim çocuğu hayal edin... Otobüste uyuyan çocuğu...

Öyle bir huzurlu uyuyor ki, ne tümseklerde zıplayan otobüs ne de koro halinde ileri-geri, yukarı-aşağı savrulan insan yığını onun rüyasına erişemiyor. Annesi arada saçlarını seviyor çocuğun. Gözlerindeki mahmurluğu, kırışık yüzünden süzüp oğlunun üstüne bir battaniye gibi örtüyor. Nasıl bir örtüyse bu, çocuk duymuyor hiç bir şeyi. 



Bir ara otobüsün önüne münasebetsiz bir taksi şoförü makas atınca önce keskin bir fren sesi geliyor ardından korna sesiyle birlikte otobüs bağıran bir file dönüşüyor ama küçük çocuğun uykusundan bir gram bile eksilmiyor.

Sonra otobüs ilk durakta duruyor, kapılar açılırken yüzyıllardır yağlanmadıklarını büyük bir gürültüyle haykırıyor, insanlar otobüsten inmiyor adeta otobüs onları dışarı püskürtüyor, kavga gürültü kopuyor, bağırmalar, hayıflanmalar oluyor ama küçük çocuk yüzündeki o masum tebessümle uyumaya devam ediyor. 

Şoför arada bir camı açıyor ve hayatında biraz renklilik olsun diye kendisini sollamaya çalışan başka bir şoföre bağırıyor, edebiyat literatürüne sığamayacak aforizmalar serpiştirip, ironili cümleler kuruyor. Ama o laf oyunlarının "otobüste uyuyan çocuğun" rüyalarında nasıl bir tezahürü olduğunu asla bilemiyoruz. 

Otobüste o çocuktan daha huzurlu kimse yok. 
Otobüste o çocuktan daha mutlu kimse yok. 
Otobüste o çocuktan daha korkusuz kimse yok.
Çünkü otobüste ondan daha fazla teslimiyet içinde olan kimse yok... 
Küçük çocuk biliyor ki, annesinin kollarındayken başına bir şey gelmeyecek. 
Annesi yanındayken kimse ona dokunamayacak. 
Otobüs nasıl giderse gitsin, annesi hep yanında olacak. 

Diyeceksiniz ki; "bu hikayeyi bize niye anlattın?"
Aslında size anlatmadım. Kendime anlattım. 

Allah'la olan ilişkimi bir kez daha gözden geçirmek için.

1 Şubat 2013 Cuma

Zamanın çocuğu olmak... Ya da olmamak... İşte bütün mesele böyle bir şeydi...

Bizler zamanımızın çocuklarıyız, istesek de istemesek de aşamayacağımız koca bir duvar var önümüzde ve her defasında ona toslamaya mahkumuz. Çünkü çok önemli bir şey o duvara toslamak. Öyle böyle değil. Etlerin yapışıp kemiklerin yerinden çıkana kadar çarpmak, ya da çarpmamak, işte bütün mesele bunun gibi bir şeydi....beynim yerinden çıkmış olmasaydı daha güzel tarifleyebilirdim. Neyse...

Beynimden arta kalan bir kaç parçayla şunu söyleyebilirim ama; cahillerin büyük büyük puntolarla konuşup açıklarını kapattığı, azcıkiştenanlayangiller sınıfının söylediği üç beş sözün de rabarbaya kurban gittiği bir çağda yaşıyoruz. Bir geçiş döneminde miyiz yoksa hep böyle olageldi de biz mi bu kadar abartıyoruz bilemedim. Aklıma Woody Allen'ın "Peris'te Bir Gece Yarısı"sı geldi. Zavallı genç yazar da böyle düşünüyordu. Zamanının çocuğu olmaktan sıkılıp Hemingway'lerin yaşadığı çağa öykünüyordu. Ne zaman ki, büyük puntolarla konuşan o can sıkıcı adamdan kaçıp, Paris'in sokaklarına atar kendini, işte tam da o anda Hemingway'lerin, Luis Bunuel'lerin dünyasına giriverir farkında olmadan. İşte tam da hayal ettiği, olmak istediği çağdadır. Fakat orada da durum çok farklı değildir. Onlar da içinde bulundukları zamandan pek memnun değillerdir.

Kalan son parçacıklarımla şunu diyebilirim ki; belki de Woody Allen haklıdır, zamanın çocuğu hep şikayetçidir. Bizim gibi, sizin gibi yahut işte birşeyyapmakisteyengiller sınıfında kimler varsa -parmak kaldırsın- onlar gibi. 
-şaka yaptım parmak kaldırmayın- En azından boşuna kaldırmış olmayın. Haa söyleyecek çok önemli bir şeyiniz varsa kaldırın tabi. Ama kimse size söz hakkı vermeyecek, unutun. İnat edip konuşsanız da kimsenin umurunda olmayacaksınız, çünkü duvarlar beyinleri altüst etmiş. Kimse bilmiyor, kimse anlamıyor, kafalar karışık, hep bir soru işareti; "acaba kim bilen doğrusunu?" (İ.Özel)"

En iyisi ben de susayım, satırlarıma İsmet Özel'in nihavend makamında söyle-me-diği şu eserle son vereyim;

"acaba kim bilen doğrusunu? Hatta ben
kıyı bucak kaçıran ben ruhunu
sanki ne anlıyorum?
Ola ki
Şeytana satacak kadar bile bende ondan yok.
Telaş içinde kendime bir devlet sırrı beğeniyorum
çünkü bu, ruhum olmasa da saklanacak bir şeydir
devlet sırrıyla birlikte insanın
sinematografik bir hayatı olabilir
o kibar çevrelerden gizli batakhanelere
yolculuklar, lokantalar, kır gezmeleri
ve sonunda estetik bir
idam belki!
Evet, evet ruhu olmak
bütün bunları sağlayamaz insana."

(Celladıma Gülümserken Çektirdiğim Fotoğrafımın Arkasındaki Satırlar)