4 Şubat 2014 Salı

Mutlu olmak zorunda mıyız?


Bergman'ın "Yedici Mühür" filminde hiç unutamadığım bir sahne vardır. Genç silahşör Squire kilisenin kapısından içeri girdiğinde bir ressam duvarlara resimler çizmektedir. Kapkara kıyafetler içinde bir adam ve peşinde bir sürü gölge, adeta dans etmektedir. Jöns Squire baktığı resimleri anlamlandıramamış olacak ki ressamla arasında şu diyaloglar geçer.

SİLAHŞÖR: Bunlar ne?
RESSAM: Ölümün dansı.
SİLAHŞÖR: Bunları niye çiziyorsun?
RESSAM: İnsanlara bir gün öleceklerini hatırlatmak için.
SİLAHŞÖR: Bu onları mutlu etmez ki.
RESSAM: Niye hep mutlu olsunlar ki? Niye
biraz da korkmasınlar?


18 Ocak 2014 Cumartesi

Minibüsün içinde misiniz? Yoksa dışında mı?

İstanbul’un kalabalık caddelerinden biri…
Geliş gidiş iki şeritte de yoğun bir trafik var.
Bir de bu caddeye girmek için sırada bekleyen arabalar.
Arabaların arkasında da bir yolcu minibüsü…
İşte bendeniz de o minibüsün içindeyim.
Neden içindeyim?
Ne yapıyorum?
Nereye gidiyorum?
Bunların hiçbir önemi yok.
Önümüzde bir lamba var sadece ve birazdan yeşil ışık yanacak biz de karşı caddeye geçip yolumuza devam edeceğiz.
Sözü uzatmaya gerek yok, uzun bir bekleyişin ardından yeşil ışık yanıyor ve minibüs öndeki arabalarla birlikte hareketleniyor. Fakat daha karşı şeride varamadan araba yoğunluğundan dolayı diğer taraftan gelen arabaların önünde duvar gibi kalakalıyor. İlerleyemiyor çünkü önünde trafik var, geri dönmesi de mümkün görünmüyor. Diğer şeride yeşil yandığı halde minibüsten dolayı geçemiyor adamlar.
Ardından korna sesleri başlıyor. Çok geçmeden bir siren sesi ve polis anonsu geliyor.
“Minibüs! Ne işin var orada minibüs?!”
Minibüs şoförü anlaşılan duygusal bir adam içerliyor polisin bu anonsuna.
“Minibüs, hemen minibüs! Sanki başka araba yok. Günah keçisiyiz ya. Hemen minibüs tabi!”
Yolculardan bir kaçı da ortak oluyorlar onun bu sitemine.
“Senin ne suçun var abi, trafik ilerlemiyor.”
“Bu kadar kısa ışık olur mu?”
“Beklesinler, herkes özel arabasına binmeyi biliyor.”
Sanki söz sırası bana gelmiş gibi bakıyorum, bir şeyler söylemem lazım.
“Şimdi minibüsün içindeyiz ya sana hak veriyoruz kaptan, ama dışında olsak kesin biz de küfrederdik.”
Diyemedim tabi. Kafamın içinden gelip geçti sadece.


19 Mayıs 2013 Pazar

hiçbir şey sadece hiçbir şey değildir




Bu sabah her sabahki gibi evden çıktım...
önce sitenin içindeki gülleri görmedim...
sonra sitenin önündeki koca ağacı...
görmeyi ihmal edeceğim diğer her şey gibi. 
Sadece görmek istediklerimin sığlıklarında geçen bir hayata yürüdüm. 
-Fast food gibi bir şey değil mi? 
-Ye ve geç, bak ve geç, yaşa ve geç... 
oysa hayat aradığımız yerlerin hiç birinde değil. 
görmezden geldiğimiz o koca ağacın gölgesinde...


ağaç orada durur, kesildiği zaman burada bir eksiklik var dersiniz, 
-ne vardı ya burada? 
hatırlamaya çalışırsınız. 
-tabi ya bir ağaç vardı burada, 
-neydi, çam mı? 
-yok değil
-kayın ağacı?
-değil.
-söğüt ağacıydı sanki.
-evet evet bir söğüt ağacıydı...
her gün yanından geçip gittiğimiz derinliğine inip düşünmediğimiz söğüt ağacı. 
yaprakları vardır hani ağaçların, 
dalları uzanır size bir evren çizer... 
sonra meyveliyse meyvesini yersiniz... 

ama bir ağaç, sadece bir ağaç değildir...
derinliği vardır. 
manası vardır. 
kainatta kapladığı hacme karşılık gelen sofistike bir tavrı vardır.
bir kuş için ayrı, çocuk için ayrı anlamı vardır. 
rüzgar için ayrı, yağmur için ayrı anlamı vardır.
bir bahçıvan için neler ifade ettiğini söyleyemem size. 
rüzgar için, kuş için, çocuk için, yağmur için...
ama ruhunuzun derinliklerine indiğinizde o ağacın sizde bir karşılığı vardır...
bir ağaç, asla sadece bir ağaç değildir... 
bir kuş sadece bir kuş değildir.
bir çiçek sadece bir çiçek değildir.
bir insan sadece bir insan değildir...

hiç bir şey sadece hiç bir şey olmadığı gibi 
her şey de sadece her şey değildir...

2 Nisan 2013 Salı

Kaybettiklerimize Dair





Şiirle arama girmişlerdi benim. 
Kapısında kaldım elim havada...
Çalsam açar mı bilmiyorum, 
Ya kırgınsa hala...

Oysa benim saçlarım bembeyazdı.


6 Mart 2013 Çarşamba

otobüste uyuyan çocuk


Bir otobüs hayal edin; 
adım atmanın bir domino taşını oynatmak kadar riskli olduğu, 
ön kapıdan en arka kapıya kadar insanların yekvücut halinde istiflendiği, 
basit, sıradan, eski model bir otobüs. Belediye otobüsü mesela... 

Vakit gece olsun, 
dışarısını ara ara sokak lambaları aydınlatsın, 
içerisini ise cılız mavi lambaların loşluğu sarsın. 

Ama siz bütün bunları bir kenara bırakın, 
o otobüste annesinin kucağında uyuyan dört yaşındaki uzun saçlı, yakışıklı, göz rengini göremediğim çocuğu hayal edin... Otobüste uyuyan çocuğu...

Öyle bir huzurlu uyuyor ki, ne tümseklerde zıplayan otobüs ne de koro halinde ileri-geri, yukarı-aşağı savrulan insan yığını onun rüyasına erişemiyor. Annesi arada saçlarını seviyor çocuğun. Gözlerindeki mahmurluğu, kırışık yüzünden süzüp oğlunun üstüne bir battaniye gibi örtüyor. Nasıl bir örtüyse bu, çocuk duymuyor hiç bir şeyi. 



Bir ara otobüsün önüne münasebetsiz bir taksi şoförü makas atınca önce keskin bir fren sesi geliyor ardından korna sesiyle birlikte otobüs bağıran bir file dönüşüyor ama küçük çocuğun uykusundan bir gram bile eksilmiyor.

Sonra otobüs ilk durakta duruyor, kapılar açılırken yüzyıllardır yağlanmadıklarını büyük bir gürültüyle haykırıyor, insanlar otobüsten inmiyor adeta otobüs onları dışarı püskürtüyor, kavga gürültü kopuyor, bağırmalar, hayıflanmalar oluyor ama küçük çocuk yüzündeki o masum tebessümle uyumaya devam ediyor. 

Şoför arada bir camı açıyor ve hayatında biraz renklilik olsun diye kendisini sollamaya çalışan başka bir şoföre bağırıyor, edebiyat literatürüne sığamayacak aforizmalar serpiştirip, ironili cümleler kuruyor. Ama o laf oyunlarının "otobüste uyuyan çocuğun" rüyalarında nasıl bir tezahürü olduğunu asla bilemiyoruz. 

Otobüste o çocuktan daha huzurlu kimse yok. 
Otobüste o çocuktan daha mutlu kimse yok. 
Otobüste o çocuktan daha korkusuz kimse yok.
Çünkü otobüste ondan daha fazla teslimiyet içinde olan kimse yok... 
Küçük çocuk biliyor ki, annesinin kollarındayken başına bir şey gelmeyecek. 
Annesi yanındayken kimse ona dokunamayacak. 
Otobüs nasıl giderse gitsin, annesi hep yanında olacak. 

Diyeceksiniz ki; "bu hikayeyi bize niye anlattın?"
Aslında size anlatmadım. Kendime anlattım. 

Allah'la olan ilişkimi bir kez daha gözden geçirmek için.

27 Şubat 2013 Çarşamba

Teslim Oluyorum!


Teslim olmak en iyi mücadele biçimidir. 
Hatta şunu da söyleyebilirim ki en etkili kazanma stratejisidir.

-Saçmalıyor muyum? 
-Belki. 
-Ama mantıklı gereçeklerim var. 
-Mantık mı?

Mesela teslim olduğunuzda iki şey olur;
Artık korkunuzla yüzleşir ve olabilecek en kötü şeyi göğüslersiniz. 
Kaçtığınız şey, artık sizin peşinizde değildir ve siz onun bir adım önündesinizdir. 
Aslında kabullenerek, muhtemel bir savaşı engellemiş ve çıkacak çatışmadaki zararlardan kar etmişsinizdir. 
Sizinle çatışmayı bekleyen yüzlerce sebebe de ağzının payını vermişsinizdir...

Mücadele etmek ise muhtemel sonucu öteleyip insanı huzursuz etmekten başka bi işe yaramaz... 
Mücadele ettikçe kaybedersiniz aslında, çünkü madden bir şeyleri kazansanız bile manen kaybettiklerinizi amorti etmeyecektir. 
Yıpranmışlıklarınız ve sinir bozukluklarınız fatura eksternizden silinmeyecek, en önemlisi de kazandım dediğiniz şeyin aslında bir yalandan ibaret kaldığını asla öğrenemeyeceksinizdir. 
Çünkü siz mücadele ettiklerinizin aynasında bir yansımasınızdır artık. Siz ve onlar... Onlar sizin aynanız siz onların aynası.



Ama teslim oldukça su akacak ve sizi bir şekilde varmak istediğiniz yere ulaştıracak. 
Üstelik yolda ne ezik çiçekler bırakarak ne de suyun yatağını dağıtarak. 
Kazanacaksınız, çünkü zaman sabredenleri hep galip ilan eder. 
Kazanacaksınız çünkü kabullenmek dünyadaki en büyük mutluluktur...

-Mantıklı mı?

24 Şubat 2013 Pazar

Sinema nedir, necidir?



Şu yaşıma kadar gördüğüm en acınası, en saçma ve en budalaca çaba, soyut kavramları anlamlandırma çabasıdır. Soyut kavramlar üzerine "Nedir?" kelimesiyle biten sorular sorulur ve somutlama acziyetinin çırpınışlarıyla cevaplar verilir... Her cevap, bahsedilen kavramın sadece bir tarafını anlatır ve biz onu sadece bir kaç kelime içine sıkıştırılmış, sonu noktayla biten bir cümleye hapsetmiş oluruz.

Lise yıllarınızı, ya da üniversiteyi hatırlayın... Girdiğiniz derste tahtaya yazılan ilk soru; -genellikle- dersinizin adının ne olduğunu sorgulamak üzerinedir. Felsefe Nedir? Edebiyat Nedir? Tarih nedir? Coğrafya nedir?


Eğer Sinema yahut sanatla ilgili bir bölüm okuduysanız, bu problem katlanarak büyümüştür ve karşınıza şu saçma sapan soruları çıkarmıştır; Sinema nedir? Sanat nedir? Senaryo nedir? Resim nedir? bla bla...

Herkes de kendine göre yorumlamaya çalışır. Sinema şudur. Sanat budur gibisinden... Sınavda ise hocanın cevabını vermek zorundasınızdır.
Hocanın; "sanatı-sinemayı vb- bundan daha iyi bir cümle ifade edemez!" dediği bir cümle vardır. Sınavdaki sorunun cevabı da odur genellikle. Cümleyi kalıp içinde düzgün bir biçimde yazarsınız ve bir şekilde okulu bitirirsiniz. Ama bu sorular sizin peşinizi hiç bırakmaz. Beyninizin bir tarafında somutlama mücadelesi devam eder. Yeni anlamlar yüklemeye çalışır ve ağız dolusu savunursunuz orda burda. "Daha çok bağıran daha çok haklıdır" kaidesince birilerine kabul ettirseniz de verdiğiniz bu mücadele Mevlana'nın hikayesindeki "Fili tariflemeye çalışan adamların" düştükleri komik durumdan farksızdır.


Hayatında hiç fil görmemiş bir grup adam, karanlık ve dar bir odada tutulan filin yanına sokulur hani. El yordamıyla tecrübe edip çıktıklarında da fili anlatmaları istenir. Filin kulağından tutan adam kuşa benzetir, bacağından tutan "sütun gibi bir şeydi belki de zürafaya benziyordu" der. Kuyruğunu tutan adam "yok yok fil yılan gibi bir şey ne alakası var" diye itiraz eder. Hortumunu tutan hortuma benzetir...

Sanatı ya da sinemayı anlamlandırma mücadelemiz de bundan öteye geçmeyecek. Herkes ne tarafından tuttuysa o tarafını tarif edecek.

En güzeli, bunları hislerimizin enginliklerine bırakmak. Madem insanın içi hudutsuz, bırakalım sanat da sinema da hudutsuz kalsın.