fil etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
fil etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Mart 2013 Çarşamba

otobüste uyuyan çocuk


Bir otobüs hayal edin; 
adım atmanın bir domino taşını oynatmak kadar riskli olduğu, 
ön kapıdan en arka kapıya kadar insanların yekvücut halinde istiflendiği, 
basit, sıradan, eski model bir otobüs. Belediye otobüsü mesela... 

Vakit gece olsun, 
dışarısını ara ara sokak lambaları aydınlatsın, 
içerisini ise cılız mavi lambaların loşluğu sarsın. 

Ama siz bütün bunları bir kenara bırakın, 
o otobüste annesinin kucağında uyuyan dört yaşındaki uzun saçlı, yakışıklı, göz rengini göremediğim çocuğu hayal edin... Otobüste uyuyan çocuğu...

Öyle bir huzurlu uyuyor ki, ne tümseklerde zıplayan otobüs ne de koro halinde ileri-geri, yukarı-aşağı savrulan insan yığını onun rüyasına erişemiyor. Annesi arada saçlarını seviyor çocuğun. Gözlerindeki mahmurluğu, kırışık yüzünden süzüp oğlunun üstüne bir battaniye gibi örtüyor. Nasıl bir örtüyse bu, çocuk duymuyor hiç bir şeyi. 



Bir ara otobüsün önüne münasebetsiz bir taksi şoförü makas atınca önce keskin bir fren sesi geliyor ardından korna sesiyle birlikte otobüs bağıran bir file dönüşüyor ama küçük çocuğun uykusundan bir gram bile eksilmiyor.

Sonra otobüs ilk durakta duruyor, kapılar açılırken yüzyıllardır yağlanmadıklarını büyük bir gürültüyle haykırıyor, insanlar otobüsten inmiyor adeta otobüs onları dışarı püskürtüyor, kavga gürültü kopuyor, bağırmalar, hayıflanmalar oluyor ama küçük çocuk yüzündeki o masum tebessümle uyumaya devam ediyor. 

Şoför arada bir camı açıyor ve hayatında biraz renklilik olsun diye kendisini sollamaya çalışan başka bir şoföre bağırıyor, edebiyat literatürüne sığamayacak aforizmalar serpiştirip, ironili cümleler kuruyor. Ama o laf oyunlarının "otobüste uyuyan çocuğun" rüyalarında nasıl bir tezahürü olduğunu asla bilemiyoruz. 

Otobüste o çocuktan daha huzurlu kimse yok. 
Otobüste o çocuktan daha mutlu kimse yok. 
Otobüste o çocuktan daha korkusuz kimse yok.
Çünkü otobüste ondan daha fazla teslimiyet içinde olan kimse yok... 
Küçük çocuk biliyor ki, annesinin kollarındayken başına bir şey gelmeyecek. 
Annesi yanındayken kimse ona dokunamayacak. 
Otobüs nasıl giderse gitsin, annesi hep yanında olacak. 

Diyeceksiniz ki; "bu hikayeyi bize niye anlattın?"
Aslında size anlatmadım. Kendime anlattım. 

Allah'la olan ilişkimi bir kez daha gözden geçirmek için.

24 Şubat 2013 Pazar

Sinema nedir, necidir?



Şu yaşıma kadar gördüğüm en acınası, en saçma ve en budalaca çaba, soyut kavramları anlamlandırma çabasıdır. Soyut kavramlar üzerine "Nedir?" kelimesiyle biten sorular sorulur ve somutlama acziyetinin çırpınışlarıyla cevaplar verilir... Her cevap, bahsedilen kavramın sadece bir tarafını anlatır ve biz onu sadece bir kaç kelime içine sıkıştırılmış, sonu noktayla biten bir cümleye hapsetmiş oluruz.

Lise yıllarınızı, ya da üniversiteyi hatırlayın... Girdiğiniz derste tahtaya yazılan ilk soru; -genellikle- dersinizin adının ne olduğunu sorgulamak üzerinedir. Felsefe Nedir? Edebiyat Nedir? Tarih nedir? Coğrafya nedir?


Eğer Sinema yahut sanatla ilgili bir bölüm okuduysanız, bu problem katlanarak büyümüştür ve karşınıza şu saçma sapan soruları çıkarmıştır; Sinema nedir? Sanat nedir? Senaryo nedir? Resim nedir? bla bla...

Herkes de kendine göre yorumlamaya çalışır. Sinema şudur. Sanat budur gibisinden... Sınavda ise hocanın cevabını vermek zorundasınızdır.
Hocanın; "sanatı-sinemayı vb- bundan daha iyi bir cümle ifade edemez!" dediği bir cümle vardır. Sınavdaki sorunun cevabı da odur genellikle. Cümleyi kalıp içinde düzgün bir biçimde yazarsınız ve bir şekilde okulu bitirirsiniz. Ama bu sorular sizin peşinizi hiç bırakmaz. Beyninizin bir tarafında somutlama mücadelesi devam eder. Yeni anlamlar yüklemeye çalışır ve ağız dolusu savunursunuz orda burda. "Daha çok bağıran daha çok haklıdır" kaidesince birilerine kabul ettirseniz de verdiğiniz bu mücadele Mevlana'nın hikayesindeki "Fili tariflemeye çalışan adamların" düştükleri komik durumdan farksızdır.


Hayatında hiç fil görmemiş bir grup adam, karanlık ve dar bir odada tutulan filin yanına sokulur hani. El yordamıyla tecrübe edip çıktıklarında da fili anlatmaları istenir. Filin kulağından tutan adam kuşa benzetir, bacağından tutan "sütun gibi bir şeydi belki de zürafaya benziyordu" der. Kuyruğunu tutan adam "yok yok fil yılan gibi bir şey ne alakası var" diye itiraz eder. Hortumunu tutan hortuma benzetir...

Sanatı ya da sinemayı anlamlandırma mücadelemiz de bundan öteye geçmeyecek. Herkes ne tarafından tuttuysa o tarafını tarif edecek.

En güzeli, bunları hislerimizin enginliklerine bırakmak. Madem insanın içi hudutsuz, bırakalım sanat da sinema da hudutsuz kalsın.